27/09/2011

'pastel'in ve 'poetik'in P'si

Erdem'in E'si, başlıktakilerle birlikte doğayı, floral baskıları, romantizmi, Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse'sini, In the Mood For Love'ın müziklerini ve benim tüm hayranlığımı içinde gizliyor. 2006 Şubat'ında Victoria&Albert Museum'da sunduğu ilk defilesini izlerken ön saflarda Colin McDowell ve Alexandra Shulman'ın bulunmasından belliydi Erdem'in yıldızının bu kadar parlayacağı. Defilenin ardından Londra'nın kuzeyindeki evinde onunla röportaj yapmış ve ne kadar muhteşem bir kişilik olduğuna kanaat getirmiştim. McDowell bugün, Erdem'in Dior'un başına getirilmesini öneriyor. Hatta onu Yves Saint Laurent'la kıyaslıyor. İşte burada



21/09/2011

I'm falling for fall



Artık yazmevsimisever değilim. İstanbul'un grisini, bu griye karşı el ele koşabilme ihtimalini, dumanı tüten kahveler içebilme keyfini, parklarda bahçelerde kaşkoluma sarılıp kitap okuma halini seviyorum.

16/09/2011

Dünü bitirirken, bugüne başlarken

Joseph Cornell'in sessiz filmleriyle dün ofisten ayrılmadan hemen önce karşılaşmıştım. Halen etkisindeyim. Evvelden kolajlarına ve yarattığı kutulara hayranken, şimdi bunlara bir de filmler eklendi. Güne yine Cornell'le başladım. Her türlü elektronik aletimin duvarını da onun kolajlarıyla boyadım. 




15/09/2011

Merve Ağazat'ın gözünden dünya ne renk?

Aşağıdaki fotoğraflara baktığınızda, onları fotoğraflayan yetenekli fotoğrafçı Merve Ağazat'la ilgili başlıktaki sorunun zihninizde belirebileceğini düşündüm. İşte bu yüzden, sorunuzun yanıtını verme görevini seve seve üstleniyorum. Merve'nin gözleriyle görünen bir dünya biliyorum ben. İnsanların, kalplerini avuçlarında taşıdıkları, pastel renklere sahip bir dünya... Merve'nin gözlerinin penceresi böyle bir dünyaya açılıyor işte. Onun fotoğraflarının öznesi olmak veya fotoğraflarına göz gezdirmek de insanı böyle bir evrene taşıyor. Buyurmaz mısınız? 










Fotoğraflar: ALL For Kids Eylül sayısı

14/09/2011

03/09/2011

Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik


Ülkenin kuzeydoğusuna doğru yola çıktığımızda, coğrafya derslerinden zihnimize yerleşmiş bilgilerden başka hiçbir şeyimiz yoktu. Yolculuk arkadaşım romantika Rapsodistanbul'la birlikte ilk kez elbiselerden ve eteklerden mahrum bir valizle yollara düştük. Çamlıhemşin'de kaldığımız yer, kendisini miniotel olarak tanımlayan Moyy oldu. Otelin sahibi Özlem, 80 yıllık tahta bir binayı alarak yenilemiş ve son derece zevkli bir yuvaya dönüştürmüş. Minnoş otele vardığımızda gürül gürül akan Fırtına Deresi'nin sesi, kahvaltı masasındaki reçellerin, domateslerin, nanelerin renklerine, arıları kovmak için yakılan adaçayının kokusuysa, çayın lezzetine karışmıştı. Bu, önümüzdeki günlerde duyularımızı şenlendirecek olan tüm algı açıcı şeylerin bir başlangıcıydı aslında.







Ortan Köyü'nde yaşayan Hacı Hasan Amca'nın trafik levhalarının altına yazdığı ibareler, Karadeniz insanının tatlılığını, kıvrak zekasını ve sıcakkanlılığını çok iyi özetliyor. Amcanın, 'malikanesi'nin duvarlarını boyadığı renkler, içinde ressam Miro'nun cevherini gizlediğini düşündürdü bana.



Palovit Şelalesi'nin bulunduğu Palovit Vadisi, dünyanın 200 ekolojik parkında biri. Burada 1200 çeşit flora ve fauna bulunuyor. Dik yarların, devasa kayaların, gürüldeyen derelerin arasında insan kendini küçücük hissediyor. Tabiat Ana'nın ne demek olduğu en iyi burada anlaşılıyor. O ana ki, tüm bitkilerini ve hayvanlarını büyük bir şefkatle besliyor. İnsanoğlu, doğanın yanında son derece basit varlıklar bütünü gibi göründü gözüme. 




Fırtına Deresi'nin sesi halen kulaklarımda yankılanıyor. Özlem sayesinde, müthiş bir senfoni sunan bu derede yüzmeye gittik. Ben ebedi bir şehirli olduğumu kanıtlayarak taşların üzerinde yürümeye çalışırken kayıp popomun üstüne oturdum. Şelalenin buz gibi suyunu yudumlamanın tadı hiçbir şeye değişilmez.




Çat Yaylası'nda saçta kavurma yerken karşımızda tipik Karadeniz evlerinden biri vardı. İçinde çayın fokurdadığı, tulumun çalındığı, yüksek perdeden Laz şivesinin konuşulduğu bir ev olduğunu hayal ettim.


Çamlıhemşin'in sarp kayalıklarına tırmanıp yaylalara ulaşmak kolay iş değil. 1800 metre yükseklikte bulunan Elevit Yayla'sındaki Yok Yok Bakkaliyesi'nden ay çekirdeği ve Çokomel alarak yolumuza devam ettik.







Pokut Yaylası tam 2000 metre yükseklikte. Tek arabanın zar zor geçtiği taşlık yollardan giderken rehberimiz Serkan, Pokut'u cennetle kıyasladı. "Cennete ulaşmak kolay olmadığı gibi Pokut'a ulaşmak da öyle olmalı" dedi. Yolda, korkudan betimizin benzimizin attığı noktalarda arabayı durdurup dağlardan gelen suları içtik. Bulutlarla sarılı Pokut, sislerin ardından yüzünü gösterdi bize. Horon oynayan ve birbirleriyle bayramlaşan Hemşinlileri izledik. Plato'da Mola'da en samimi ve sıcak ortamı, en leziz muhlamayı bulduk. Yan yana olan Pokut ve Sal Yaylaları için İshak Yücel'in yazdığı şu dizeleri çok sevdik:

"Pokut ile Sal Yaylası yan yana
Sal, geline benziyor
Pokut, ona kaynana."





Konak Mahallesi, Çamlıhemşin'in yüzlerce yıllık konaklarını yaşatıyor. Yanlış bir yola girdiğimiz için maceralar atlarak bu bölgeye vardık. 130 yıllık bir konağın sahipleri, evlerinin kapılarını açıp bize şeker ikram ettiler. Yolda karşılaştığımız bir teyze "Nerden celeysunuz? Nereye cideysunuz?" sorularıyla sohbete başladı bizimle. 



Biz Doğu Karadeniz'de, yemyeşili, saf olanı, el değmemişi ve samimiyi gördük. Heidi'yle Peter'in İsviçre Alpleri varsa, Eda'yla Seda'nın da Çamlıhemşin'i var :)